Adım Ahmet. 72 yaşındayım. Küçük bir kasabanın kenarında, eskiden hayat dolu olan eski bir evde yalnız yaşıyorum. Bu avluda, oğlum çıplak ayaklarıyla çimlerde koşar, beni eski battaniyelerle kulübe yapmaya çağırırdı. Birlikte közde patates pişirir, geleceği hayal ederdik. O zamanlar bu mutluluğun sonsuza dek süreceğini sanıyordum. Gerekli, önemli olduğumu… Ama hayat akıp gidiyor ve şimdi ev sessiz. Su ısıtıcısının üstündeki toz, köşedeki bir tıkırtı ve pencerenin ardından komşunun köpeği Zeytinin ara sıra havlaması…
Oğlumun adı Emre. Annesi, rahmetli eşim Ayşe, neredeyse on yıl önce aramızdan ayrıldı. Ondan sonra bana yakın olan tek kişi oydu. Sıcaklığın ve anlamın olduğu geçmişe son bağ…
Onu sevgi ve özenle, ama aynı zamanda disiplinle büyüttük. Çok çalıştım, ellerim hiç durmadı. Ayşe evimizin kalbiydi, ben de onun elleri… Her zaman yanında olamadım, ama gerektiğinde oradaydım. İşe bağlı, ama evde baba. Bisiklet sürmeyi öğrettim, üniversite için İzmire giderken bindiği ilk Murat 124ü tamir ettim. Onunla hep gurur duydum. Hep.
Emre evlendiğinde sevincim sonsuzdu. Nişanlısı, Elif, sessiz ve mesafeli görünmüştü. Şehrin öbür ucuna taşındılar. “Bırakın, kendi hayatlarını yaşasınlar,” dedim kendi kendime. “Bir şeyler kursunlar. Ben de onlara destek olurum.” Gelip beni göreceklerini, torunlarıma bakacağımı, onlara akşamları masallar okuyacağımı hayal ettim. Ama hiçbir şey hayal ettiğim gibi olmadı.
Önce kısa telefonlar… Sonra sadece bayram mesajları… Birkaç kez ben gittim börek, şekerlerle. Bir keresinde kapıyı açtılar, ama Elifin başı ağrıyordu. Bir diğerinde çocuk uyuyordu. Üçüncüsünde ise kapıyı bile açmadılar. Ondan sonra gitmeyi bıraktım.
Olay çıkarmadım. Şikayet etmedim. Oturdum ve bekledim. Kendime dedim ki: “İşleri var, sorunları var, çocukları var bir gün düzelir.” Ama zaman geçti ve anladım: Onların hayatında bana yer yok. Ayşenin vefat yıldönümünde bile gelmediler. Sadece bir telefon hepsi bu.
Geçenlerde sokakta Emreyle karşılaştım. Oğlunun elini tutmuş, poşetler taşıyordu. Seslendim yüreğim sevinçle sıkıştı. Döndü, bana yabancı gibi baktı. “Baba, iyi misin?” diye sordu. Başımı salladım. O da öyle yaptı. “Acelem var,” dedi. Ve gitti. İşte buluşmamız böyleydi.
Eve dönmek için uzun süre yürüdüm. Yürürken düşündüm: Nerede hata yaptım? Neden kendi oğlum bana yabancı oldu? Çok mu serttim? Yoksa fazla mı hoşgörülüydüm? Belki de sadece yük oldum anılarımla, yaşlılığımla, sessizliğimle…
Şimdi kendi ailem, kendi desteğimim. Çay yapıyorum, Ayşenin mektuplarını okuyorum, bazen banka oturup başka çocukların oynamasını izliyorum. Komşu, Fatma Hanım, ara sıra el sallar. Ben de başımı sallarım. İşte böyle yaşıyorum.
Oğlumu hâlâ seviyorum. Her şeyden çok. Ama artık hiçbir şey beklemiyorum. Belki de ebeveynlerin kaderi bu bırakmak… Ama kimse bizi, yaşadıklarımız için hayatlarını adadığımız insanların hayatında gereksiz hale geldiğimiz güne hazırlamıyor.
Ve belki de gerçek olgunluk budur. Ama artık çocuğunki değil… Ebeveynin olgunluğu…